Eda YAZAR
Zihnimizle verdiğimiz sürekli bir savaş var. Kendimizden sürekli şüphe ediyor, daha fazlasını kendimize layık görmüyoruz. Kendimizi geride tutmak istiyoruz çünkü bizim fikirlerimizin, davranışlarımızın diğer insanlara layık olmadığını ve onlar kadar iyi olmadığımızı düşünüyoruz. Asla başarıyı elde edemeyeceğimizi çünkü bizim gibi ‘’yetersiz, yeteneksiz, sıkıcı, aptal, kültürsüz…’’ olan insanların başarıya layık olmadığını savunuyoruz. Kendimize, kendimiz hakkında sayısız önyargı oluşturuyoruz. Bize göre başarı hep başkalarına layık. Başarılı insanlar ve biz asla denk olamayız. Peki bu düşünceler neden var? Bu duygular nereden geliyor? Neden kurtulamıyoruz?
İmposter (sahtekar) sendromu olarak bilinen bu hisler, aslında pek çok insanda yaygın olarak görünen bir sendromdur. Kökleri çocukluğa dayanan imposter sendromunun temelinde başka insanların nasıl göründüğüne dair düşüncelerimiz önem arz eder. Hastalık veya anormallik olarak nitelendirilemeyeceği gibi kesin olarak depresyona, kaygıya ve kendine güvene bağlıdır denilemez. Çocukken ebeveynlerimizi kendimizden çok farklı ve kusursuz gördüğümüz için sanki onların hep bizden daha fazlasını yapma kapasiteleri varmış ve onlar hiç çocuk olmamış gibi düşünürüz. İmposter sendromuna sahip insanlar bir başarısızlıkla yüzleştiklerinde utanırlar. Prestij ve sorumluluk ile karşılaşınca kendimizi birer taklitçi olarak görürüz. Bir sorumluluk almayı hiç denememek bize daha kolay gelir.
Bu duyguları gerçekten çok başarısız ya da kusurlu olduğumuz için hissetmeyiz. Diğerlerini fazla kusursuz gördüğümüz, eksik yönlerinin olabileceğini atladığımızdan dolayı kendimizi sahtekar hissederiz. Albert Einstein bile çalışmalarının hak ettiğinden daha fazla değer gördüğünü düşünürmüş. Bu demek olmalı ki bu duyguları durduran, engelleyen bir başarı eşiği yok. Çeşitli başarılara imza atmış ve yetenekli insanlar, diğerlerini de yetenekli görmeye yatkındırlar. Sahtekarlık hissini sadece başarılı insanlar hissetmez. Hepimiz çoğulcu cehalet adı verilen olguya yatkın bir şekilde kendimizden şüphe duyarız. Sanki kendimizden tek şüphe duyan bizmişiz ve bu konuda yalnızmışız gibi hissederiz. Başkalarının şüphelerini bilemeyiz ki. Onlar da bizim kadar kendilerini rahatsız hissedebilirler oysaki. İnsanları dıştan bize gösterdikleri kadarıyla biliyoruz; halbuki kendi içimizi en çıplak haliyle tanıyoruz. Başkalarının hep olumlu yönlerini, başarılarını, kazançlarını biliyoruz. Biz de kendimizi dışarıya bu şekilde gösteriyoruz. Halbuki kendilerinden ne kadar şüphe duyduklarını, hangi işlerde zorlandıklarını bilmediğimizden kendimizi onlarla kıyaslayıp daha az yetenekli olduğumuzu düşünüyoruz. Bu duyguları reddetmenin kolay bir yolu olduğu söylenemez. Şiddetli sahtekarlık duygusu kendimize ket vurmamıza neden olur. Gerçekten iyi yapabileceğimiz işlere adım atmaktan bizi alıkoyar.
Bilmeliyiz ki bunlar herkesin hissedebileceği, yaşayabileceği ‘’evrensel insanlık halleridir’’.
İmposter sendromuyla başa çıkmanın en güvenli ilk adımı bunun hakkında konuşmaktır. Bu duygulardan çoğu insanın müzdarip olduğunu; herkesin bizim gibi kaygıya, tutarsızlığıa, olumsuz düşüncülere zaman zaman kapılabileceğini unutmamalıyız. İkinci adım ise diğer insanlar kendilerini bir şeylere layık gördüğü zaman bu bizden daha zeki, başarılı oldukları anlamına gelmemeli. Onlarla aramızdaki tek farkın, birbirimizden farklı düşünmemiz olduğunu bilmeliyiz. Kısaca yapmamız gereken imposter sendromu olmayan insanlar gibi düşünmeyi öğrenebilmek. Hayatta her zaman her şeyde mükemmeli yakalayamayız. Hep en iyi biz olamayız. Bunu kabullenebildiğimizde kendi başarılarımıza da bakış açımızın değişeceğini ve belki de daha büyük başarılara adım atacağımızı söyleyebiliriz. Kim bilir!
Dilerim kendimize izin vermeyi başarabiliriz.
KAYNAKLAR